Prof. Dr. M. Akif ÇUKURÇAYIR
(Bu yazı bir sene önce yazılmıştı. Kader anı buymuş demek ki...)
Bu yazı, işini liyakatle yapmaya çalışan ve yüreğiyle
benimseyen, mesleğini kutsal bilen, kibir budalası olmayan akademisyenlere
ithaf edilmiştir…
Bir ülke beyin takımının yani akademik dünyasının performansıyla ancak gelişmiş dünyayla rekabet edebilir. Ne yazık ki, oldukça negatif bir akademik profilimiz var... Ve elbette göğsümüzü kabartan isimlerimiz de var, bilinen ve bilinmeyen... Prof. Dr. Gazi Yaşargil, Prof. Dr. Halil İnalcık (Allah rahmet etsin), Prof. Dr. Mustafa Öz, Prof.
Dr. Aziz Sancar ve benim için elbette Prof. Dr. Ruşen Keleş gibi isimler veya onların izinde olanlar da akademik dünyanın
olumlu ve gurur veren yüzleri… Ve zaman zaman yurt dışında ve yurt içinde çok
önemli buluşlara imza atan, çok önemli araştırma merkezlerinin başında olan,
millet olarak gurur ve onur duyduğumuz akademisyenler…
***
Ben mi karamsarım, bilmiyorum.
Genel durum çok iç açıcı değil, çünkü genel olarak kurumsallaşma, standartlaşma, sistemleşme, liyakat sorunları akademik dünyanın da sorunu… Ölçme, değerlendirme, ilerleme süreçlerinde çok önemli sıkıntıların olduğunu akademik dünyanın içindekiler de dışındakiler de çok iyi bilmektedir.
Genel durum çok iç açıcı değil, çünkü genel olarak kurumsallaşma, standartlaşma, sistemleşme, liyakat sorunları akademik dünyanın da sorunu… Ölçme, değerlendirme, ilerleme süreçlerinde çok önemli sıkıntıların olduğunu akademik dünyanın içindekiler de dışındakiler de çok iyi bilmektedir.
Patolojik durumlar ne yazık ki fazla. Fazla derken
“tekil” gözlemlerden söz ediyorum. Aslında bunları “genellemek” de, bilimsel
yönteme çok uygun değil. Ve fakat “içeriden gözlem” ve “dışarıdan gözlem” de
bir yöntem olduğuna göre, deneyimlerden ve gözlemlerden yola çıkarak bazı
değerlendirmeler yapmak, haksızlık olmasa gerek. Zira 25 yıldır akademisyenlik yolundayım, üniversiteleri ve
akademisyenleri az çok içeriden ve dışarıdan gözlemle tanıma olanağı bulduğumu düşünüyorum…
***
Üniversitelerin işleyişinde belirli birimler ve
süreçler vardır. Üniversitelerde dekanlıklar, yüksekokul müdürlükleri, bölüm
başkanlıkları, anabilim dalları vardır. Bu
akademik birimlerin görevleri, ders
programlarının ve akademik etkinliklerinin yürütülmesi ve eşgüdümünü
sağlamaktan ibarettir…
Ama bazı akademisyenler için bir anabilim dalı başkanlığı
veya bölüm başkanlığı “krallıkla” eşdeğerdir, onların “varlık nedenidir…” Bu tür
görevleri elde etmek için “bir kısım
akademisyenler”, rakip ve engel gördükleri “öteki akademisyenler” için senaryolar yazarlar… İnsanlıkta,
akademisyenlikte, hukukta alt edemediklerini çamur yapıştırarak alt etmek için türlü
entrikalar geliştirirler. Maşalar, maşaların maşası minikler, her türden zavallı
muhteris işbirlikçiler (bir taraftan akademisyenlik (!) bir taraftan ticaret
yapan, ama mesela hiç ders bile yapmayan türden), ne yapıp edip
bin türlü senaryoyla bulunan ve bir takım iftira,
yafta ve yalanlara inandırılan güçlü kanallar bu senaryoları besler ve
çamurculuk mesleğinde ayriyeten bir profesyonellik elde edilmiş olur… Yerle bir etmek istedikleri; nefretle, kinle ve öfkeyle baktıkları
kadrolar veya ideolojiler, söz sahibi olunca hemen onların yanında
yer almak, onlardan nemalanmak entrikacıların sıradan işi oluveriyor... Her
dönemin adamı olmak, özel yetenek gerektiriyor…
Teşbihte hata olmaz; bu tür insanlar sanki bu dünyaya “özel
kişiler” olarak gelmişlerdir. Anabilim dalı ve bölüm başkanlıkları, dekanlıklar
veya bilumum “koltuklar” onlar için olmazsa olmaz “ilahi armağanlar”dır… Bazı akademisyenlerin
tapındığı koltukların adı anabilim dalı
başkanlığı veya bölüm başkanlığıdır… Faciaya bakar mısınız? Ya kendileri ya
da “lütuflarına boyun eğmiş kifayetsiz muhterisleri” mutlaka ama mutlaka bu
işleri yapmalıdırlar… Aksi halde, batsın bu dünya… Ve gelsin türlü türlü
entrikalar…
Bu yolda sermayeleri:
İftira, yafta, entrika, yalan…
Genel olarak bırakın, bilimsel alanda yenilikler (patent, esaslı
bir fikir vb.) yapmayı, güncel literatürü bile izleyemeyen geniş bir
“akademisyen” kitlesi mevcuttur.
Bu yüzden “akademisyenlik” ek işi değil, esas işi olmalı bir
akademisyenin… “Entrikacılık, konjonktürel fırsatçılık, paragözlük, toplumsal
sorunlara duyarsızlık, yayınlarda taklitçilik, başkalarının adının yanına adını
iliştirme ve durumu idare etme vb” hastalıklar çok ne yazık ki…
Olması gereken: Türkiye’nin
uluslararası alanda akademik başarısına katkı sunabilen akademisyenlerin
sayısının artması… Bu ülkenin ve bu milletin yalnızca bilimsel yöntemin zorunlu
kıldığı tarafsızlık/nesnellik ilkesini rehber edinen akademisyenlere ihtiyacı
var, eyyamcılara, entrikacılara değil…
***
Akademik birimler nedir
ne değildir?
Nesnel ölçütlerle ve evrensel birikimle bilgi üretme ve
yayma mekanıdır.
Ticarethane değildir…
Öğrenciyle kitap
alışverişi yapma yeri değildir… Akademik birimlere pos makinesi koyup para
tahsil etme yeri değildir… Tüccar akademisyenlik. Gelsin villalar, arsalar, dükkanlar...
Araştırma görevlilerine ve öğretim üyelerine “mobbing” yapma
yeri değildir…
Kendini derin göstererek, devletin kurumlarının adını
kullanarak rant elde etme yeri değildir…
Bulunduğu konumu
kullanarak, öğretim elemanlarını aşağılama, hakaret etme, kimlik ve
kişiliklerini ezme yeri değildir…
***
Astlarına “sen kimsin” diye efelenme vesilesi değildir, akademik ünvanlar ve makamlar...
Astlarına “sen kimsin” diye efelenme vesilesi değildir, akademik ünvanlar ve makamlar...
“Jürilerinizde, mesela doçentlik sınavlarında karşınıza çıkarım” deme yeri
değildir…
“Hepinizin varlık
sebebi benim” iddiasında bulunulacak bir yer de değildir…
Öğrencilere not karşılığında anket formu dağıtarak, bilimsel
(!) makalelere çevirme yeri de değildir…
Bir “mevsimde” (28 Şubatta) asistanlarına “eşlerinizin
başını açtıracaksınız. Eşleriniz
çalışmasa da, ev hanımı da olsa kurumla özdeşleşeceksiniz. Eşi başı kapalı olan akademisyen istemiyorum” diyeceksiniz…
Selamla kendisinin yanına varanlara “ne selamı, dinci misin sen” demek; diğer mevsimde de (günümüzde) “zamanın ruhuna” çabucak uyum sağlayarak başörtüsü sevdalısı olmak, muhafazakar değerlerin aşığı olmak değildir akademisyenlik; “neysen o olmaktır…” Bir dönem aynı yöneticilere veryansın eden, ama sonra şartlar değişince “taparcasına” övgüler dizen bir karakterden Allah’a sığınırım…
Selamla kendisinin yanına varanlara “ne selamı, dinci misin sen” demek; diğer mevsimde de (günümüzde) “zamanın ruhuna” çabucak uyum sağlayarak başörtüsü sevdalısı olmak, muhafazakar değerlerin aşığı olmak değildir akademisyenlik; “neysen o olmaktır…” Bir dönem aynı yöneticilere veryansın eden, ama sonra şartlar değişince “taparcasına” övgüler dizen bir karakterden Allah’a sığınırım…
***
Kendisini “putlaştıranların” yapacağı iş değildir,
akademisyenlik… DEVLETİN kurumlarını, “babasının tapulu mülkü” zanneden çok
sayıda akademisyen var ne yazık ki… Oysa hepimiz faniyiz… Bu yolculuğa birlikte
başladığımız birçok arkadaşımız rahmetli oldu, göçtü gitti bu alemden… VE
devlet kurumları, milletindir kimsenin tapulu mülkü değildir… Özellikle devlet
üniversitelerinde çalışan akademisyenler de maaşını kamu bütçesinden alırlar ve
kamu adına iş yaparlar…
Kadim insanlık
kültürüdür ve bizim kültürümüzün de temel değerlerindendir: İnsan bilgi sahibi
oldukça “bilmediğinin ne kadar çok olduğunu” görerek tevazu sahibi olur, kibir
ve gurur bataklığına gömülmez…
***
Daldan dala atlıyorum ama...
Evet ne yazık ki; Nadir de olsa bazı akademisyenlerin, akademik birimlerde herhangi bir konumu elde etmek için yapmadıkları kalmıyor… Çarşaf çarşaf gazetelere bile yansıyor…
Evet ne yazık ki; Nadir de olsa bazı akademisyenlerin, akademik birimlerde herhangi bir konumu elde etmek için yapmadıkları kalmıyor… Çarşaf çarşaf gazetelere bile yansıyor…
Kendi kirli amaçları
için, “her alanlarda erdem tüccarlığı” ambalajlarıyla ortalığı ayağa kaldırıyorlar,
yazdıkları çamur senaryolarda Stockholm sendromluları kullanıyorlar… Adam “profesör” olmuş, her fırsatta öbür
profesöre (hocasına) küfrediyor, beddua ediyor, demediğini bırakmıyor. Sonra kendince bakıyor ki, tekrar bu
küfrettiği adamın mevsimi geliyor. Hiçbir sorun yokmuş gibi gidip kucağına
oturuyor (çok özür diliyorum) ve beraber proceler yapıyorlar,
kol kola geziyorlar.
Adam profesör olmuş, iki sözcüğü bir araya getirip bir cümle kuramıyor; akşama kadar selam verdiği herkese kelimenin tam anlamıyla "ürün pazarlıyor, ticaret yapıyor", ama profesör...
Adam profesör olmuş, iki sözcüğü bir araya getirip bir cümle kuramıyor; akşama kadar selam verdiği herkese kelimenin tam anlamıyla "ürün pazarlıyor, ticaret yapıyor", ama profesör...
Ah, bir aynaya baksalar… Herşeyden önce “devletin verdiği
maaşı hak etmemek” kadar büyük bir ahlaksızlık, büyük bir vebal var mı?
“Milletin emanet ettiği öğrenciyi yetiştirme kaygısı gütmek” yerine öğrenciyi “ticari bir meta” olarak görmek nasıl akademisyenlik olabilir?
Akademisyenliğiyle, örnek duruşuyla var olmanın eşsiz güzelliği varken, entrikacılıkla kendini ve çevresini yoran bir insan (!) olmak, kendi hayatını da Cehenneme çevirmek anlaşılabilir bir şey değil…
“Milletin emanet ettiği öğrenciyi yetiştirme kaygısı gütmek” yerine öğrenciyi “ticari bir meta” olarak görmek nasıl akademisyenlik olabilir?
Akademisyenliğiyle, örnek duruşuyla var olmanın eşsiz güzelliği varken, entrikacılıkla kendini ve çevresini yoran bir insan (!) olmak, kendi hayatını da Cehenneme çevirmek anlaşılabilir bir şey değil…
***
“Akademi” yani “üniversite” toplumların/ülkelerin
lokomotifidir…
Üniversiteler
araştırmanın, erdemin, emeğin, adaletin, nesnelliğin, gelişmenin,
yenilikçiliğin, üretkenliğin, özgür ve eleştirel düşüncenin mekanıdır…
Ülkenin akademik
kadrosu ne kadar üretken, nesnel ve nitelikli ise, ülkenin sorunlarına çözüm
üretebilmesi de o kadar kolaylaşır!
***
Türkiye artık akademik dünyayı da
sorgulamak ve akademik çevreyle de yüzleşmek zorunda… Sadece fetö gibi terör yapılarıyla değil, işini yapmayan asalak akademik çetelerle de yüzleşmek durumunda...
Yirmi yıl, otuz yıl bölüm başkanlığı, anabilim dalı başkanlığı
ve hatta dekanlık vb görevleri yapanlara kimse sormuyor, “ne ürettin, ne
yazdın, kaç kişi yetiştirdin, ulusal ve uluslararası hangi akademik performansı
sağladın?”
Evrensel ölçütlerde
akademisyenlik mi, klasik Şark kurnazlığı ve çıkar işbirlikleriyle toplumu
aldatmak mı?
Öğrenciyi ve akademisyenleri “ticari meta” olarak kullanmak
mı?
Akademisyenlerin öğrenciye “ne verdiği” mutlaka
araştırılmalı, nesnel performans kriterleri getirilmelidir…
Ömür boyu akademisyenlik yapan, işgal ettiği konumu yalnızca
ticari amaçları için kullanan çok sayıda tüccar akademisyen olduğunun sanırım
herkes farkında… “Hanedanlık” durumları da oldukça yaygın. Üniversitelerin
farklı birimlerinde sınavlarını hakkıyla geçerek “akraba” olarak çalışmak
elbette herkesin Anayasal hakkıdır, kimse bir şey diyemez. Ama aynı alanda
“hukuki” olmasa bile “etik” sorunlar ortaya çıkabiliyor… Mesela aynı soy ismi
taşıyan iki akademisyenin (karı-koca), üç kişilik veya beş kişilik jüride ikisi
birden yer alırsa ne olacak? Yükseklisans veya doktora sınavlarında böyle bir
durumun olması durumunda, hangi nesnellikten söz edilebilir? Hukuki olan, etik
midir?
YÖK bu tür durumları da etik yönetmeliğine dahil etmeli
bence…
***
Nesnellikle, bilimin ve etik değerlerin ışığında ve
kamuoyunun önünde “adıyla ve sanıyla” var olan; etrafına Stockholm sendromluları
toplayarak, şantajla montajla, düzmece vaadlerle insanların emeklerini çalmayan;
Yalnızca öğrencisine,
topluma, ülkeye ve insanlığa birşeyler verebilme derdinde olan; ülkesinin temel
değerlerini ülkü edinmiş akademisyenlere ihtiyacı var bu ülkenin…
Ülkesine,
yöneticisine, politikacısına, kanuna ve nizama, cari hukuk sistemine “menfaat”
için değil, “öyle olması gerektiği için”, "demokratik yurttaşlık" nosyonuyla ve “yurttaşlık görevi” gereği saygı
gösteren, hukukun üstünlüğüne inanmış bilim adamlarına ihtiyacı var bu ülkenin…
Her devrin ispiyoncusu, iftiracısı, karanlık ismi olmayan, “sahici” akademisyenlerin
sayısının artması gerekiyor…
Atatürk’ün “Vatanını en çok seven, işini en iyi yapandır” sözünü rehber
edinen akademisyenler oldukça fazla…
İşini liyakatle yapan bütün meslektaşlarımı yukarıda
saydığım patolojik hallerden tenzih ediyorum.
***
Kendime gelince…
"İlim kendin bilmektir" sırrınca düşe kalka ilerlediğim akademik güzergahta kendimi anlamaya, evrendeki koordinatlarımı keşfetmeye çaba gösteriyorum. Milyarlarca insan döküldü mezarlıklara, milyarlarcası daha dökülecek. "Baki kalan şu kubbede", birilerinin yüzünde bir tebessümün, güzel bir anının, insanlığa dair izlerin sebebi olabilmek... Ah, ihtiyar dünyaya bırakabileceğimiz, en önemli öykümüz olacak...
Hatalarımdan arınarak, var olmanın dayanılmaz güzelliğini keşif yolculuğuna devam etmek istiyorum. Bana verilen bu yaşamı, bu yorgun ve talihsiz coğrafyada anlamladırmak istiyorum...
***
"İlim kendin bilmektir" sırrınca düşe kalka ilerlediğim akademik güzergahta kendimi anlamaya, evrendeki koordinatlarımı keşfetmeye çaba gösteriyorum. Milyarlarca insan döküldü mezarlıklara, milyarlarcası daha dökülecek. "Baki kalan şu kubbede", birilerinin yüzünde bir tebessümün, güzel bir anının, insanlığa dair izlerin sebebi olabilmek... Ah, ihtiyar dünyaya bırakabileceğimiz, en önemli öykümüz olacak...
Hatalarımdan arınarak, var olmanın dayanılmaz güzelliğini keşif yolculuğuna devam etmek istiyorum. Bana verilen bu yaşamı, bu yorgun ve talihsiz coğrafyada anlamladırmak istiyorum...
***
Alev Alatlı’nın deyimiyle “malumat istifçiliği” yerine, “Bana
yapılmasını istemediğimi, başkalarına yapılsın istemiyorum. Ama karşılıklılık
istiyorum. Kötülüğü iyilikle karşılamak istemiyorum, çünkü o zaman iyiye
vereceğim şey kalmıyor. İyiliği iyilik, kötülüğü adalet karşılasın
istiyorum. Bayağılığı değil, yüceliği ululamak istiyorum.”
“Eleştirdiğim şeyleri” yapmamak için özen gösteriyorum… Bütün mücadelemi kaybedebilirim. Zira hiçbir zaman iblisin yöntemlerini kullanmadım.
Ancak, her bir gün dünya hayatından geri sayım olduğuna göre, dünyadaki her türlü makamı, mevkiyi, mahkemeyi aldatabilenlerin Allahın mahkemesini aldatamayacağına olan inancım tamdır.
İşte o mahkeme her yeni gün daha yakın… Orada mahcup olmamak için çırpınıyorum…
Eğer eleştirdiklerimi kendim yaparsam da, herkesin
eleştirisine ve uyarısına açığım…
Ama; Uygarca ve saygı dolu bir iletişim ve
etkileşimle…