25 Şubat 2016 Perşembe

OSMANLININ YIKILIŞINDA EYALET YÖNETİMİNİN ROLÜ VE GÜNÜMÜZDE “BÖLGECİLİK” PROPAGANDASI

Gelişmiş demokrasilerle, öteki devlet düzenleri arasındaki temel fark kurumsallaşma ile ilgilidir. Gelişmiş demokrasilerde kurumsallaşma ve hemen her alanda sistematik iş ve işleyiş süreçleri hakimdir. Güvenlik ve esenlik içerisinde yaşamak bir toplumun, ülkenin ve devletin edinmesi gereken en değerli amaçtır. Bunun için de tarihin iyi çözümlenerek dersler çıkarılması gerekiyor. Çünkü, tarih defterinde kalan acı deneyimler büyük maliyetlerle yaşanmıştır. Osmanlı bizim için övünç kaynağıdır; iyi ve kötü yönleriyle mazimizdir… Fakat, Osmanlı devlet düzenini doğru analiz etmede çok büyük sorunlar yaşıyoruz. Osmanlı bilinen tarihiyle 1299’da kuruldu, 1600’e kadar “yükseldi”, genişledi, geniş coğrafyalara hükmetti… Osmanlı, gelmiş geçmiş en büyük üç imparatorluktan biriydi. Roma, İngiliz ve Osmanlı, dünya tarihinin en büyük üç imparatorluğu olarak kabul ediliyor… Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Afrika’da Osmanlı’nın bizzat yönettiği veya etkisi altında olan coğrafyada Osmanlı sonrasında 50 kadar devlet kurulmuştur. Bu muazzam bir etki alanıdır ve Osmanlı’yla olan duygusal bağlar (sevgi ve bir kısım milletlerde nefret) bugün de devam etmektedir ve Osmanlının hayaleti hep üzerimizde dolaşmaktadır.
Osmanlı, 1600-1699 arasında çok bilinen adıyla “duraklama” devrini yaşadı. Bu devirde bile, Osmanlı öyle acılar yaşadı ki bir nebze olsun huzur ve güvenlik içerisinde olamadı. Genç Osman adıyla bilinen 2. Osman’ın katledilmesi, Osmanlıda ilk kez kendi padişahını katleden bir kirli/derin statüko grubu ortaya çıkardı. Ve padişahın bile canını koruyamadığı bir süreç başladı. Padişah 4. Murat ve Köprülüler adıyla bilinen “kudretli vezirler” dönemini hariç tutarsak, 1600-1699 arası Osmanlının çok ağır travmalarla karşı karşıya kaldığı, bunaldığı bir dönem olmuştur. Genç Osman’ın katledilmesi, padişahların tahttan indirilme girişimlerinin artması (Mesela Sultan İbrahim’in boğdurulması), “valide sultanların” Osmanlıda etkisinin yükselmesi, Viyana kuşatmalarının başarısız olması, Celali isyanları gibi iç isyanların artışı ve İran saldırıları Osmanlıyı bir hayli yıpratmıştır.
Osmanlıyı Fatih, Yavuz, Kanuni veya 2. Abdülhamit’ten ibaret görmek büyük bir yanılgıdır. Nitekim 1699’dan 1922’ye kadar Osmanlı deyim yerindeyse canını kurtarmak için, tabaasının güvenliğini sağlamak ve “mevcut coğrafyayı” korumak için savaşmıştır. Neredeyse 200 yıl Ruslarla savaş yaşanmıştır. Purut Savaşı ve 93 Harbi arasında Rusyayla olan savaşlarda, çok büyük kayıplar verilmiştir. Bu savaşlar devam ederken Osmanlının eyalet/bölge yöneticileri de isyan başlatmıştır.
1789 Fransız Devrimi ile birlikte Osmanlıda da bir devrim gerçekleşmiştir. Osmanlının yeni padişahı 3. Selim “eski yönetim referansları ve kurumları” ile Batıyla baş edilemeyeceğini görmüş, Batıyı tanımak ve yeni kurumlar oluşturmak için harekete geçmiştir. Sultan 3. Selim tahta çıkmış ve “statüko” ile devam edilemeyeceğini görünce Nizam-ı Cedid adı altında yeni bir ordu ve yönetim yapısı geliştirmiştir. Ancak, ne yazık ki bu devrimin bedelini 3. Selim canıyla ödemiştir. Yeniçeriler 3. Selim’in kurduğu ordunun başarısından (Napolyon’u Akka’da bozguna uğratan ordu) rahatsız olmuş, isyan başlatmışlar ve 3. Selim’i katletmişlerdir (1808).
3. Selim’den sonra eyalet sistemi, Osmanlı için tam bir baş belası haline geldi. Eyalet sistemi ya da bölge yönetimi Osmanlıda yaygın bir uygulama örneğiydi. Hem Ortadoğu hem de Balkanlarda eyalet beyleri veya valiler bulunmaktaydı. Ve bu “eyalet yöneticileri” Osmanlının yıkılış sürecinde baş rolü oynamışlardır; Ruslardan, Sırplardan, Rumlardan ve sair unsurlardan daha fazla Osmanlıya darbe vurmuşlardır.
Tekrar altını çizmek gerekir ki; eyalet/bölge sistemi Osmanlının felaketi olmuştur. Mısır, Habeş, Bağdat, Basra, Yemen, Tunus, Cezayir, Trablus, Rumeli, Budin, Anadolu, Karaman, Dulkadir, Sivas, Erzurum, Diyarbakır, Halep, Şam gibi eyaletlerin bir kısmından yıllık vergi alınırken, bir kısmında da dirlik (zeamet) sistemi uygulanırdı.  Osmanlı'nın kuruluş, yükseliş ve duraklama yıllarında etkili olan eyalet sistemi, 1700'lü yıllardan itibaren çözülmeye başlamış ve bozulan ordu ile birlikte Osmanlı'nın felaketi olmuştur. Osmanlı, sistem olarak bu yıllardan itibaren hem orduyla büyük sorunlar yaşamış, hem de eyalet yönetimlerinin başında olan ayanlarla sıkıntılar artmaya başlamıştır. Osmanlı'nın küçülmeye başladığı bu süreçte, “Osmanlı'yı eyaletler yıkmıştır” demek hiç de yadırganmamalıdır.
Balkanlarda Tepedelenli Ali Paşa (Arnavutluk) ve Ortadoğu’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa (Mısır), 1800'lü yıllarda çıkardıkları isyanlarla Osmanlıyı perişan etmişlerdir. Tepedelenli ile diğer ayanlar Balkanlar'da Osmanlı'yı fena hırpalamıştır. Üçüncü Selim'in ölümü de ayanlarla yeniçerinin işbirliği sebebiyledir. Tahta geçen II. Mahmut (altı binden fazla yeniçeriyi öldürterek, Yeniçeri Ocağı'nın varlığına son vermiştir) ayanların çoğunu ortadan kaldırıp yerine resmi görevliler atasa da özellikle Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile baş edememiştir. Fransızların yardımıyla güçlenen Kavalalı, Osmanlı'ya isyan etmiş ve çok başarılı olmuştur. Konya ovasında Sadrazam'ın ordusunu yenen Kavalalı'nın ordusu Kütahya'ya kadar gelmiştir. Ne hazindir ki, Rusya'yla savaşan Osmanlı, Kavalalı'ya karşı Rusya'dan yardım istemiş ve Kavalalı ile Kütahya'da anlaşmak zorunda kalmıştır. 1839'da Kavalalı'nın ordusu Nizip'te Osmanlı ordusuna öldürücü darbeyi vurmuştur. Kavalalı'nın işini Abdülmecid döneminde Avrupa devletleri bitirebilmiştir.
Osmanlı hem Balkanlar'daki hem de Mısır'daki eyalet yöneticileriyle uğraşırken Rumlar ve Sırplar bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı'da merkez hızla çökerken 1839'dan itibaren Osmanlı yoğun bir biçimde Avrupa etkisine girmiş ve Osmanlı yönetimi “elçilikler”in baskısından kurtulamamıştır. Bu yıllar İngiliz, Fransız ve Rus elçilerin Osmanlı üzerinde etkin nüfuz kullandığı yıllardır. 1839 sonrası yerel yönetimlerin temelini atan Osmanlı yönetimi, 1860'lı yıllardan itibaren eyalet sistemini terk ederek “vilayet sistemi” için nizamnameler çıkarmaya başlamıştır. İlk başarılı uygulama da Tuna vilayetinde Mithat Paşa ile gerçekleşmiştir. Mülki idarenin kurumsallaşması ve bugüne gelişinin temellerini Tanzimat sonrasında aramak gerekiyor. Her devlet için bir “yönetim geleneğinin” olması, sistemin başarısı ve sürdürülebilirliği için temel ve olmazsa olmazdır. Bu nedenle yerel yönetimlerle birlikte mülki idarenin de işlevselleşmesi ve etkinliğini koruması kamu düzeni ve kamu yararı açısından gerekli olduğu gibi; geleneksel kurumları olan güçlü devlet algısı açısından da çok önemlidir.
Balkanlar 1830'lu yıllardan itibaren elden çıkmaya başlamış ve ‘93 Harbi (1877-1878) Osmanlı'nın Balkanlar'ı tamamen kaybettiği bir savaş olmuştur. ’93 Harbi Osmanlının hem sağ kolunu hem de sol kolunu kaybetmesine neden olmuştur. Balkanlarda ve Doğu’da büyük toprak kayıpları yaşanmış, düşman kuvvetleri İstanbul’a kadar gelmiştir. 2. Abdülhamid’in Rus Çarı ile yaptığı “ağır” anlaşmayla, Osmanlı varlığını devam ettirebilmiştir. Anlaşmanın bazı maddeleri:
1.   SırbistanKaradağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek.
2.   Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak.
3.   Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
4.   KarsArdahanArtvinBatumDoğubeyazıt Rusya'ya verilecek.
5.   Teselya Yunanistan'a bırakılacak.
6.   Osmanlı Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.
Bundan sonra da II. Abdülhamit'in başarılı siyasetine rağmen Osmanlı dikiş tutturamamıştır. Merkez gücünü kaybedince, çevre kendi güçlerini üretmiş ve Osmanlı yönetimi çevredeki bu güçleri denetleyememiştir. İttihatçılar içinde Prens Sabahattin, eyaletçi bir yaklaşımla adem-i merkeziyet düşüncesini savunmuştur. Ancak, Avrupa'nın uluslaşma süreci gölgesinde bu yaklaşım ütopik kalmıştır. Ulus devlet fikrini hayata geçirmek isteyen İttihat Terakki de başarılı olamamıştır. İttihat ve Terakki maceracılığıyla Osmanlıyı I.Dünya Savaşı’na sokmuş ve yıkılışı hızlandırmıştır. Nihayet Atatürk’le birlikte köktenci bir değişim yaşanmış ve modern Türkiye ortaya çıkmıştır.
***
Cumhuriyet döneminde birçok yönetim reformu gerçekleştirilmiştir. En kapsamlı reformlardan birisi 2003 sonrasında AK Parti iktidarı tarafından gerçekleştirilmiştir. Fakat yönetim sorunlarımız ve sistem arayışımız halen devam etmektedir. 30 Mart 2014’ten sonra uygulanmaya başlanan “yeni büyükşehir modeli” hem mülki idarede hem de yerel yönetimlerde köklü değişikliklere neden olmuştur. 30+51 sistemi olarak nitelendirilebilecek olan yeni sistem, hem mülki idarede hem de yerel yönetimlerde “iki farklı sistem” uygulamasına yol açmıştır.
Yerel yönetimler güçlü olmalıdır. Ancak, denetim ve gözetimle birlikte güçlü olmalıdır. Bugün güçlü yerel yönetim argümanını seslendiren ve bölücü siyasete destek olan çevrelerin, “yerel yönetimlerin güçlenmesi” amacı taşıdıklarını düşünmüyorum. Yeni düzenlemeyle birlikte mülki idarenin zayıflaması, büyükşehir belediyelerinin olağanüstü güçlenmesi ve belediyeler üzerindeki denetimin zayıflaması ülke güvenliğini tehdit eden terör gruplarıyla bazı belediyelerin birlikte hareket etmesi gibi bir sonuç doğurmuştur. “Adem-i merkeziyet, demokratik özerklik, bölge yönetimi, federal sistem, öz yönetim ve son olarak eyalet yönetimi” tartışmaları, Güneydoğu sorunun bir parçası haline gelmiş durumdadır. Ancak tartışmalar ne yazık ki, doğru zeminde yapılmamaktadır.
***
Güneydoğu sorunu, etnisite sorunsalı, “barış/çözüm süreçleri” gibi bir yığın sorun eşliğinde, yerel yönetim ve bölge yönetimi tartışmaları gündemden hiç düşmüyor. Bugünlerde de “hendekçi belediyecilik” taraftarları sürekli olarak “öz yönetim” adı altında bölücü ve ayrıştırıcı bir amacı gündeme getiriyorlar. Ne yazık ki bu tartışmalara, rasyonel gerçekliklerden ve tarihi deneyimlerden ders alamayan muhafazakar, solcu, liberal vs. birçok kişi Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı gerekçe göstererek zaman zaman “bölgeselleşme” eğilimlerini yadırgamayan söylemlerle katkıda bulunabiliyorlar.  Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, öncelikle yapılacak “özerklik” düzenlemelerinin ülkenin mevcut hukuk düzeni ile “çelişmemesini” özenle vurgulamaktadır. Kimse bu şartın arkasına sığınarak hendekçi-ayrılıkçı yerelleşmenin nihai amacı olan bölgesel yönetimi dayatarak, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü riske atacak bir durumu savunamaz.
Bugün 6360 sayılı büyükşehir düzenlemesiyle ortaya çıkan yeni büyükşehir modeliyle, son üç senedir önemli tartışmaların odağında yer alan “bölge/eyalet” yönetimi, Osmanlı deneyimleri göz önünde bulundurularak incelenmelidir. Türkiye özenle bölgeselleşme ve bölgecilik eğilimlerinden uzak durmalıdır.
Üç sene önce bu konuyla ilgili olarak şunları yazmıştım:
Kasım 2012'de büyükşehir belediyeleriyle ilgili çıkarılan 6360 sayılı yasa, gereksiz bir biçimde mülki sınırlarla belediye sınırlarını eşitledi ve bir biçimde bölge yönetimini çağrıştıran bir yapı ortaya çıktı. Barış süreci inşallah Türkiye'nin birliğine, dirliğine ve halkın beklentilerine uygun bir biçimde sonuçlanır. Bu süreç, bir umut sürecidir. Bütün soru işaretlerine karşın, umutlu olmak zorundayız. Ancak, nüfusun büyük çoğunluğunun yoksulluk sınırında olduğu, demokrasi kültürünün son derece yetersiz olduğu bir ülkede “eyalet yönetimi”nden söz etmek çok büyük riskler taşıyor. Vilayet sistemi yani mülki idare sistemi zayıflatılmamalıdır. Yerel yönetimler güçlendirilmelidir. Ancak, mülki idare birimleri de güçlü bir “denge mekanizması” olarak korunmalıdırlar. “Osmanlı'da eyalet vardı” önermesi ile yola çıkmak, çok yanlış yerlere götürür.”
Bugün geldiğimiz yer neresi? Devletin, hükümetin, toplumun bütün iyi niyetli ve toleranslı yaklaşımları “güçlü yerel yönetim” olarak değil; kentlerin cephanelik haline getirilmesi, hendekçi belediyecilik, bölücü “öz yönetim” talepleri olarak karşımıza çıkmıştır. “Güçlü yerel yönetim” adı altında istenen ayrılıkçı bölgesel yapılardır. “Öz yönetimci” ve “hendekçi” belediyeler terör örgütüne nasıl destek olmaktadırlar: 1- Terör örgütünün propagandasını yürütmektedirler; 2- Terör örgütüne eleman temininde rol almaktadırlar; 3- Terör örgütünün kentlerde yerleşmesine lojistik destek vermektedirler; 4- Devletin araç ve gereçlerini, itfaiye olanaklarını terörle mücadelede kullandırmamaktadırlar; 5- Devletin terörle mücadelesini engellemek için bütün olanakları kullanmaktadırlar; 6- Terör örgütüne istihbarat temin etmektedirler ve 7- Terör örgütü mensuplarının yakınlarını “öncelikli” olarak istihdam etmektedirler.
Bütün bunlara karşın, bugün Türkiye’de güçlü bir lobi hala “yerel yönetimler güçlendirilmelidir, özerk hale getirilmelidir” gibi söylemleri yüksek sesle dile getirmektedir. Acaba daha ne kadar “özerklik” sağlanabilir? Devletin bütçesiyle devletin hukuk sistemine başkaldıran, ülkedeki kamu düzenini bozan ve toplumsal barışı dinamitleyen bir yerel yönetim anlayışı dünyanın neresinde savunulabilir? Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sisteminde yerel yönetimler zaten 5393 sayılı Belediye Yasası gereğince “idari ve mali özerkliğe” sahiptir. “Siyasal özerkliğe” asla ödün verilmemesi gerekiyor. Ortadoğu coğrafyasından sıçrayan ateş fazlasıyla heryeri yangın yerine çevirdi. Türkiye’yi bu ateşten uzak tutmak için merkezi idarenin mülki idare mekanizması ile varlığını devam ettirmesi, yerel yönetimlerin de Anayasal sınırlarda kalması mutlaka sağlanmalıdır.
Tarihin tekerrür etmemesi için, tarihin acı derslerini unutmamak gerekiyor… Bölgecilik, ülkeyi büyük bir felakete sürükler. Bu konuda herkesin oldukça özenli konuşması ve davranması gerekmektedir.