Gelişmiş demokrasilerle,
öteki devlet düzenleri arasındaki temel fark kurumsallaşma ile ilgilidir.
Gelişmiş demokrasilerde kurumsallaşma ve hemen her alanda sistematik iş ve
işleyiş süreçleri hakimdir. Güvenlik ve esenlik içerisinde yaşamak bir
toplumun, ülkenin ve devletin edinmesi gereken en değerli amaçtır. Bunun için
de tarihin iyi çözümlenerek dersler çıkarılması gerekiyor. Çünkü, tarih
defterinde kalan acı deneyimler büyük maliyetlerle yaşanmıştır. Osmanlı bizim
için övünç kaynağıdır; iyi ve kötü yönleriyle mazimizdir… Fakat, Osmanlı devlet
düzenini doğru analiz etmede çok büyük sorunlar yaşıyoruz. Osmanlı bilinen
tarihiyle 1299’da kuruldu, 1600’e kadar “yükseldi”, genişledi, geniş
coğrafyalara hükmetti… Osmanlı, gelmiş geçmiş en büyük üç imparatorluktan biriydi. Roma, İngiliz ve Osmanlı, dünya
tarihinin en büyük üç imparatorluğu olarak kabul ediliyor… Balkanlar,
Kafkasya, Ortadoğu, Afrika’da Osmanlı’nın bizzat yönettiği veya etkisi altında
olan coğrafyada Osmanlı sonrasında 50 kadar devlet kurulmuştur. Bu muazzam bir
etki alanıdır ve Osmanlı’yla olan duygusal bağlar (sevgi ve bir kısım
milletlerde nefret) bugün de devam etmektedir ve Osmanlının hayaleti hep
üzerimizde dolaşmaktadır.
Osmanlı, 1600-1699 arasında
çok bilinen adıyla “duraklama” devrini yaşadı. Bu devirde bile, Osmanlı öyle
acılar yaşadı ki bir nebze olsun huzur ve güvenlik içerisinde olamadı. Genç
Osman adıyla bilinen 2. Osman’ın katledilmesi, Osmanlıda ilk kez kendi
padişahını katleden bir kirli/derin statüko grubu ortaya çıkardı. Ve padişahın
bile canını koruyamadığı bir süreç başladı. Padişah 4. Murat ve Köprülüler
adıyla bilinen “kudretli vezirler” dönemini hariç tutarsak, 1600-1699 arası
Osmanlının çok ağır travmalarla karşı karşıya kaldığı, bunaldığı bir dönem
olmuştur. Genç Osman’ın katledilmesi, padişahların tahttan indirilme
girişimlerinin artması (Mesela Sultan İbrahim’in boğdurulması), “valide
sultanların” Osmanlıda etkisinin yükselmesi, Viyana kuşatmalarının başarısız
olması, Celali isyanları gibi iç isyanların artışı ve İran saldırıları
Osmanlıyı bir hayli yıpratmıştır.
Osmanlıyı Fatih, Yavuz, Kanuni veya 2.
Abdülhamit’ten ibaret görmek büyük bir yanılgıdır. Nitekim 1699’dan 1922’ye
kadar Osmanlı deyim yerindeyse canını kurtarmak için, tabaasının güvenliğini
sağlamak ve “mevcut coğrafyayı” korumak için savaşmıştır. Neredeyse 200 yıl Ruslarla savaş yaşanmıştır.
Purut Savaşı ve 93 Harbi arasında Rusyayla olan savaşlarda, çok büyük kayıplar
verilmiştir. Bu savaşlar devam ederken Osmanlının eyalet/bölge yöneticileri de
isyan başlatmıştır.
1789 Fransız Devrimi ile
birlikte Osmanlıda da bir devrim gerçekleşmiştir. Osmanlının yeni padişahı 3.
Selim “eski yönetim referansları ve kurumları” ile Batıyla baş edilemeyeceğini
görmüş, Batıyı tanımak ve yeni kurumlar oluşturmak için harekete geçmiştir.
Sultan 3. Selim tahta çıkmış ve “statüko” ile devam edilemeyeceğini görünce
Nizam-ı Cedid adı altında yeni bir ordu ve yönetim yapısı geliştirmiştir.
Ancak, ne yazık ki bu devrimin bedelini 3. Selim canıyla ödemiştir. Yeniçeriler
3. Selim’in kurduğu ordunun başarısından (Napolyon’u Akka’da bozguna uğratan
ordu) rahatsız olmuş, isyan başlatmışlar ve 3. Selim’i katletmişlerdir (1808).
3. Selim’den sonra eyalet
sistemi, Osmanlı için tam bir baş belası haline geldi. Eyalet sistemi ya da
bölge yönetimi Osmanlıda yaygın bir uygulama örneğiydi. Hem Ortadoğu hem de
Balkanlarda eyalet beyleri veya valiler bulunmaktaydı. Ve bu “eyalet
yöneticileri” Osmanlının yıkılış sürecinde baş rolü oynamışlardır; Ruslardan,
Sırplardan, Rumlardan ve sair unsurlardan daha fazla Osmanlıya darbe vurmuşlardır.
Tekrar altını çizmek gerekir
ki; eyalet/bölge sistemi Osmanlının
felaketi olmuştur. Mısır, Habeş, Bağdat, Basra, Yemen, Tunus, Cezayir,
Trablus, Rumeli, Budin, Anadolu, Karaman, Dulkadir, Sivas, Erzurum, Diyarbakır,
Halep, Şam gibi eyaletlerin bir kısmından yıllık vergi alınırken, bir kısmında
da dirlik (zeamet) sistemi uygulanırdı. Osmanlı'nın kuruluş, yükseliş ve
duraklama yıllarında etkili olan eyalet sistemi, 1700'lü yıllardan itibaren
çözülmeye başlamış ve bozulan ordu ile birlikte Osmanlı'nın felaketi olmuştur. Osmanlı,
sistem olarak bu yıllardan itibaren hem orduyla büyük sorunlar yaşamış, hem de
eyalet yönetimlerinin başında olan ayanlarla sıkıntılar artmaya başlamıştır. Osmanlı'nın küçülmeye başladığı bu süreçte,
“Osmanlı'yı eyaletler yıkmıştır” demek hiç de yadırganmamalıdır.
Balkanlarda Tepedelenli Ali
Paşa (Arnavutluk) ve Ortadoğu’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa (Mısır), 1800'lü
yıllarda çıkardıkları isyanlarla Osmanlıyı perişan etmişlerdir. Tepedelenli ile
diğer ayanlar Balkanlar'da Osmanlı'yı fena hırpalamıştır. Üçüncü Selim'in ölümü
de ayanlarla yeniçerinin işbirliği sebebiyledir. Tahta geçen II. Mahmut (altı
binden fazla yeniçeriyi öldürterek, Yeniçeri Ocağı'nın varlığına son vermiştir)
ayanların çoğunu ortadan kaldırıp yerine resmi görevliler atasa da özellikle Mısır
Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile baş edememiştir. Fransızların yardımıyla
güçlenen Kavalalı, Osmanlı'ya isyan etmiş ve çok başarılı olmuştur. Konya
ovasında Sadrazam'ın ordusunu yenen Kavalalı'nın ordusu Kütahya'ya kadar
gelmiştir. Ne hazindir ki, Rusya'yla savaşan Osmanlı, Kavalalı'ya karşı
Rusya'dan yardım istemiş ve Kavalalı ile Kütahya'da anlaşmak zorunda kalmıştır.
1839'da Kavalalı'nın ordusu Nizip'te Osmanlı ordusuna öldürücü darbeyi
vurmuştur. Kavalalı'nın işini Abdülmecid döneminde Avrupa devletleri
bitirebilmiştir.
Osmanlı hem Balkanlar'daki
hem de Mısır'daki eyalet yöneticileriyle uğraşırken Rumlar ve Sırplar
bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı'da merkez hızla
çökerken 1839'dan itibaren Osmanlı yoğun bir biçimde Avrupa etkisine girmiş ve
Osmanlı yönetimi “elçilikler”in baskısından kurtulamamıştır. Bu yıllar İngiliz,
Fransız ve Rus elçilerin Osmanlı üzerinde etkin nüfuz kullandığı yıllardır.
1839 sonrası yerel yönetimlerin temelini atan Osmanlı yönetimi, 1860'lı
yıllardan itibaren eyalet sistemini terk ederek “vilayet sistemi” için
nizamnameler çıkarmaya başlamıştır. İlk başarılı uygulama da Tuna vilayetinde
Mithat Paşa ile gerçekleşmiştir. Mülki idarenin kurumsallaşması ve bugüne
gelişinin temellerini Tanzimat sonrasında aramak gerekiyor. Her devlet için bir
“yönetim geleneğinin” olması,
sistemin başarısı ve sürdürülebilirliği için temel ve olmazsa olmazdır. Bu
nedenle yerel yönetimlerle birlikte mülki idarenin de işlevselleşmesi ve etkinliğini koruması kamu düzeni ve kamu yararı
açısından gerekli olduğu gibi; geleneksel kurumları olan güçlü devlet algısı açısından da çok önemlidir.
Balkanlar 1830'lu yıllardan
itibaren elden çıkmaya başlamış ve ‘93 Harbi (1877-1878) Osmanlı'nın
Balkanlar'ı tamamen kaybettiği bir savaş olmuştur. ’93 Harbi Osmanlının hem sağ
kolunu hem de sol kolunu kaybetmesine neden olmuştur. Balkanlarda ve Doğu’da
büyük toprak kayıpları yaşanmış, düşman kuvvetleri İstanbul’a kadar gelmiştir.
2. Abdülhamid’in Rus Çarı ile yaptığı “ağır” anlaşmayla, Osmanlı varlığını
devam ettirebilmiştir. Anlaşmanın bazı maddeleri:
2. Bulgaristan Prensliği kurulacak,
Prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak.
3. Bosna-Hersek'e
iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
4. Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Doğubeyazıt Rusya'ya
verilecek.
5. Teselya Yunanistan'a
bırakılacak.
6. Osmanlı
Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.
Bundan sonra da II.
Abdülhamit'in başarılı siyasetine rağmen Osmanlı dikiş tutturamamıştır. Merkez
gücünü kaybedince, çevre kendi güçlerini üretmiş ve Osmanlı yönetimi çevredeki
bu güçleri denetleyememiştir. İttihatçılar içinde Prens Sabahattin, eyaletçi
bir yaklaşımla adem-i merkeziyet düşüncesini savunmuştur. Ancak, Avrupa'nın
uluslaşma süreci gölgesinde bu yaklaşım ütopik kalmıştır. Ulus devlet fikrini
hayata geçirmek isteyen İttihat Terakki de başarılı olamamıştır. İttihat ve
Terakki maceracılığıyla Osmanlıyı I.Dünya Savaşı’na sokmuş ve yıkılışı
hızlandırmıştır. Nihayet Atatürk’le birlikte köktenci bir değişim yaşanmış ve
modern Türkiye ortaya çıkmıştır.
***
Cumhuriyet döneminde birçok
yönetim reformu gerçekleştirilmiştir. En kapsamlı reformlardan birisi 2003
sonrasında AK Parti iktidarı tarafından gerçekleştirilmiştir. Fakat yönetim
sorunlarımız ve sistem arayışımız halen
devam etmektedir. 30 Mart 2014’ten sonra uygulanmaya başlanan “yeni büyükşehir
modeli” hem mülki idarede hem de yerel yönetimlerde köklü değişikliklere neden
olmuştur. 30+51 sistemi olarak nitelendirilebilecek olan yeni sistem, hem mülki
idarede hem de yerel yönetimlerde “iki farklı sistem” uygulamasına yol açmıştır.
Yerel yönetimler güçlü
olmalıdır. Ancak, denetim ve gözetimle
birlikte güçlü olmalıdır. Bugün güçlü
yerel yönetim argümanını seslendiren ve bölücü siyasete destek olan çevrelerin,
“yerel yönetimlerin güçlenmesi” amacı taşıdıklarını düşünmüyorum. Yeni
düzenlemeyle birlikte mülki idarenin zayıflaması, büyükşehir belediyelerinin
olağanüstü güçlenmesi ve belediyeler üzerindeki denetimin zayıflaması ülke güvenliğini tehdit eden terör gruplarıyla
bazı belediyelerin birlikte hareket etmesi gibi bir sonuç doğurmuştur. “Adem-i
merkeziyet, demokratik özerklik, bölge yönetimi, federal sistem, öz yönetim ve
son olarak eyalet yönetimi” tartışmaları, Güneydoğu sorunun bir parçası haline
gelmiş durumdadır. Ancak tartışmalar ne yazık ki, doğru zeminde
yapılmamaktadır.
***
Güneydoğu sorunu, etnisite
sorunsalı, “barış/çözüm süreçleri” gibi bir yığın sorun eşliğinde, yerel
yönetim ve bölge yönetimi tartışmaları gündemden hiç düşmüyor. Bugünlerde de
“hendekçi belediyecilik” taraftarları sürekli olarak “öz yönetim” adı altında
bölücü ve ayrıştırıcı bir amacı gündeme getiriyorlar. Ne yazık ki bu
tartışmalara, rasyonel gerçekliklerden ve tarihi deneyimlerden ders alamayan
muhafazakar, solcu, liberal vs. birçok kişi Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik
Şartı’nı gerekçe göstererek zaman zaman “bölgeselleşme” eğilimlerini
yadırgamayan söylemlerle katkıda bulunabiliyorlar. Avrupa
Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, öncelikle yapılacak “özerklik”
düzenlemelerinin ülkenin mevcut hukuk düzeni ile “çelişmemesini” özenle
vurgulamaktadır. Kimse bu şartın arkasına sığınarak hendekçi-ayrılıkçı
yerelleşmenin nihai amacı olan bölgesel yönetimi dayatarak, Türkiye’nin birlik
ve bütünlüğünü riske atacak bir durumu savunamaz.
Bugün 6360 sayılı büyükşehir
düzenlemesiyle ortaya çıkan yeni büyükşehir modeliyle, son üç senedir önemli
tartışmaların odağında yer alan “bölge/eyalet” yönetimi, Osmanlı deneyimleri
göz önünde bulundurularak incelenmelidir. Türkiye
özenle bölgeselleşme ve bölgecilik eğilimlerinden uzak durmalıdır.
Üç sene önce bu konuyla ilgili olarak şunları yazmıştım:
“Kasım
2012'de büyükşehir belediyeleriyle ilgili çıkarılan 6360 sayılı yasa, gereksiz
bir biçimde mülki sınırlarla belediye sınırlarını eşitledi ve bir biçimde bölge
yönetimini çağrıştıran bir yapı ortaya çıktı. Barış süreci inşallah Türkiye'nin
birliğine, dirliğine ve halkın beklentilerine uygun bir biçimde sonuçlanır. Bu
süreç, bir umut sürecidir. Bütün soru işaretlerine karşın, umutlu olmak
zorundayız. Ancak, nüfusun büyük
çoğunluğunun yoksulluk sınırında olduğu, demokrasi kültürünün son derece
yetersiz olduğu bir ülkede “eyalet yönetimi”nden söz etmek çok büyük riskler
taşıyor. Vilayet sistemi yani mülki idare sistemi zayıflatılmamalıdır.
Yerel yönetimler güçlendirilmelidir. Ancak, mülki idare birimleri de güçlü bir
“denge mekanizması” olarak korunmalıdırlar. “Osmanlı'da eyalet vardı” önermesi
ile yola çıkmak, çok yanlış yerlere götürür.”
Bugün geldiğimiz yer neresi?
Devletin, hükümetin, toplumun bütün iyi niyetli ve toleranslı yaklaşımları
“güçlü yerel yönetim” olarak değil; kentlerin cephanelik haline getirilmesi,
hendekçi belediyecilik, bölücü “öz yönetim” talepleri olarak karşımıza
çıkmıştır. “Güçlü yerel yönetim” adı altında istenen ayrılıkçı bölgesel
yapılardır. “Öz yönetimci” ve “hendekçi” belediyeler terör örgütüne nasıl
destek olmaktadırlar: 1- Terör örgütünün propagandasını yürütmektedirler; 2-
Terör örgütüne eleman temininde rol almaktadırlar; 3- Terör örgütünün kentlerde
yerleşmesine lojistik destek vermektedirler; 4- Devletin araç ve gereçlerini,
itfaiye olanaklarını terörle mücadelede kullandırmamaktadırlar; 5- Devletin
terörle mücadelesini engellemek için bütün olanakları kullanmaktadırlar; 6-
Terör örgütüne istihbarat temin etmektedirler ve 7- Terör örgütü mensuplarının
yakınlarını “öncelikli” olarak istihdam etmektedirler.
Bütün bunlara karşın, bugün
Türkiye’de güçlü bir lobi hala “yerel yönetimler güçlendirilmelidir, özerk hale
getirilmelidir” gibi söylemleri yüksek sesle dile getirmektedir. Acaba daha ne
kadar “özerklik” sağlanabilir? Devletin bütçesiyle devletin hukuk sistemine
başkaldıran, ülkedeki kamu düzenini bozan ve toplumsal barışı dinamitleyen bir
yerel yönetim anlayışı dünyanın neresinde savunulabilir? Türkiye
Cumhuriyeti’nin hukuk sisteminde yerel yönetimler zaten 5393 sayılı Belediye
Yasası gereğince “idari ve mali özerkliğe” sahiptir. “Siyasal özerkliğe” asla
ödün verilmemesi gerekiyor. Ortadoğu coğrafyasından sıçrayan ateş fazlasıyla
heryeri yangın yerine çevirdi. Türkiye’yi bu ateşten uzak tutmak için merkezi
idarenin mülki idare mekanizması ile varlığını devam ettirmesi, yerel
yönetimlerin de Anayasal sınırlarda kalması mutlaka sağlanmalıdır.
Tarihin tekerrür
etmemesi için, tarihin acı derslerini unutmamak gerekiyor… Bölgecilik, ülkeyi
büyük bir felakete sürükler. Bu konuda herkesin oldukça özenli konuşması ve
davranması gerekmektedir.